Tehlikeli rüyaların, kolektif kâbusların, tekinsizin, dehşetin ve arzunun yönetmeni… Çoğu sinemaseverin hayatına bir yerinden dokunmuş olan sürrealist sinemanın dahisi David Lynch’i geçtiğimiz haftalarda kaybettik. Bu yazımızda kendisini anmak adına; mobilya tasarımı, fotoğrafçılık ve müzisyen kimliğiyle de bilinen David Lynch’in ağırlıklı olarak sinema sektöründeki başarılı kariyerinden söz ediyoruz.
“O günler gelmiş olmalı!” dedim. Gözlerimi kırptım. İki adım geri, bir adım ileri gittim. Sonuç buydu işte, üç adımla bir ilerledim. Korku, ayak bileklerime yapışmış hâlde beni kendine doğru çekerken yüze kadar saydım. Üçte birdim, yüzde otuz üç. O arkamdaki korkuyla, kim bilir önümde duran kimler, hangi eylemler, hangi nesneler görünmez olmuştu.
Yabancılaşma ("alienation" ya da "Entfremdung") kavramı felsefe tarihine, özellikle Batı felsefe tarihine Hegel ile eklenmiş olsa da bu kavramın köklerine Antik Yunan felsefesinde de rastlanır. Yabancılaşma kavramı genel olarak özgün anlamı içinde, bir şeyi ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran, başka bir şeye veya kimseye yabancı hâle getiren eylem yahut gelişmedir. Bu tanımdan hareketle denebilir ki, yabancılaşma, özne ile nesne veya bilinç ile şeyler arasındaki ilişkinin bozulması ya da öznenin ötekileşmesidir.
Habersizsin çoğu şeyden. En çok ilk nefes ve ölüm arasındaki harpten. Bak, günler nasıl geçiyor. Sessiz ve kırılgan. Avucumda tuttuklarımı yutan zaman, aynadakinin aynısı. Zaman bu işte. Ses tellerimi titreten duygular saniyeler, ete kemiğe bürünen ruhum dakikalar. Geçer dururlar.
Cengiz Aytmatov, kuşkusuz büyük bir anlatıcı. Belki de anlatımından çok, anlattıkları ile devleşen bir edebiyatçı. Yani herkeste farklı yankıları olan vatan, millet, savaş, sadakat, vefa, yâr olmak, ana olmak, incelik gibi mefhumları bünyesinde barındıran ve toplumun sesini, soluğunu, rengini taşımakla kalmayıp insanı merkezine tüm tarafsızlığıyla koyan büyük hikâyelerin anlatıcısı. Okurunu hislenmekten perişan eden Kırgız yazar, sömürgeleştirilmiş bir coğrafyada yaşadı...
Sensiz bomboş bu koridorlar. Güllerin kokusu yok gibi. Yere dökülen yapraklar bir diken misâli batıyor tabanlarıma. Senin olmayan herhangi bir ses delip geçiyor yüreğimi. Sen varsaydığım ve senin olmayan bir buy rahatsız ediyor beni. Elâ gözlere bakamıyorum, bana seni anımsatmasın diye. Beyit beyit süzülüyorsun parmak uçlarımdan. Sana değil, kalbine değil, ruhuna değil, cümlelerine kırgın kaldım.
Söylenecek sözler bittiğinde harflerim daha da büyüdü ve o harflerden de yeni figürler türedi. Umuda harcadığım dakikalarım katlanarak artarken küçük bir kıvılcımla hepsi kendini boşluğa bıraktı. Güven kavramıyla oynadığım oyunlar saklambaca dönüştü ve omuriliğime sert bir ağrı hakim oldu. Bir şeyleri kontrol etmeye çalışmamın karşılığı her zaman bir tokattı ama ben her seferinde akan suyun yatağını kendim aradım. Belki olmadık bir yerde oyuklar oluşturdum sapı kırık bir kepçeyle.
Vapur, cilveli bakışlar atan bir sevgili gibi ilerliyor. Bir kuğuyu andıran bu süzülüş karadaki insanların göz hapsinde, her birinin bakışı önce yolculara sonra da vapurun ardında bıraktığı köpüklere gidiyor. Vapurdakilerden birkaçı mutlaka başını aşağı eğmiş yosun kokusunu içine çekiyor ve rüzgârla iş birliği yapan güneşin vücudunu mayıştırmasına izin veriyor. Birkaç çift, farklı semtlerde oturan birkaç aile, birkaç yalnız yolcu var. Ben de o yalnız yolculardan biriyim.
Kırmızı, turuncu, sarısın... / Akıyor damarlarında renklerin. / Biliyorum, / Hatırında hâlâ gençliğin. / Yeşil sarı teninde, / Üstünde çiçekli bir elbise, / Üşüyorsun şimdi. / Kuru çırılçıplak dallardasın, / Vakit de geçiyor bir yandan. / Doldu senin için zaman.
Güneş şimdi daha parlak, / Fark ettim ki umut daha da gösteriyor ellerini. / Gün geçtikçe daldaki o yaprak / Rüzgâr savursun istiyor bedenini.
Güneşin gökyüzünde süzüldüğü gibi süzüldüm kendimden. Böylece kavgalarım bitti ve öfkem dindi. Araya giren mesafeler saygısızlığa vardığından beri birçok söz üzerimdeki tesirini yitirmişti. Gözüm açılır açılmaz bir zamanlar duymaktan korktuğum suçlamalar öneminden sıyrıldı. Sanki kalbime bir delik açıldı ve nefesim git gide orayı sardı.
İlk cümleyi yazdıktan sonra hamlamış parmaklarıma bir ağırlık çöktü. Sonrasında aklıma hücum eden her kelime bir cümle olmak adına art arda sıralandı. "Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel…" diyordu garip şairin biri. Üzerimdeyse şiirin devamını soluksuz getirme isteği.