Hümanizm ve Yabancılaşma
   Tarifi ve Adlandırılışı. Yabancılaşma ("alienation" ya da "Entfremdung") kavramı felsefe tarihine, özellikle Batı felsefe tarihine Hegel ile eklenmiş olsa da bu kavramın köklerine Antik Yunan felsefesinde de rastlanır. Yabancılaşma kavramı genel olarak özgün anlamı içinde, bir şeyi ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran, başka bir şeye veya kimseye yabancı hâle getiren eylem yahut gelişmedir. Bu tanımdan hareketle denebilir ki, yabancılaşma, özne ile nesne veya bilinç ile şeyler arasındaki ilişkinin bozulması ya da öznenin ötekileşmesidir.


   Herhangi bir nesnenin ya da kişinin eski durumundan sıyrılıp başka bir yeni duruma evrilişini tanımlamak isteyen filozoflar, sözünü ettiğimiz değişimin farkındalığına eriştiklerinin iddiasıyla bazı fikirler ve kuramlar ortaya attılar. "Yabancılaşma"nın, farkındalıklarını en etkili biçimde gösterecek ad olduğunu düşünmüş olacaklar ki bu kavramı farklı yerlerde kullanarak üzerine kafa yordukları durumları tanımlamaya çalıştılar.

   Aristoteles etkisi ile Stoacı etkinin görüldüğü Yeni Platonculuk ekolünün kurucusu olan Antik Yunan filozofu Plotinos'un ortaya atmış olduğu sudûr teorisi; felsefî zeminde bir bakıma "yabancılaşma" kavramının temelini hazırlamıştır. Plotinos'un sudûr teorisi, tüm varlıkların bir kozmos içinde tekil Tanrı'dan (Plotinos'un adlandırmasıyla mutlak "Bir"den), aklen belirlenemez mutlaklığından, çıkarak yayılması şeklinde izah edilebilir. Sudûr kavramı; bir emanasyon yani yayılış anlamına gelse de, mutlak "Bir"in bu yayılıştaki her başkalaşımı aslında mevcut gerçekliğine karşı bir başkalaşma olacağından bir nevi "yabancılaşma"dır. Marks'ın ele aldığı sosyolojik yabancılaşma kavramından farklı olarak Plotinos'un bahsettiği yabancılaşma, "özün kavranması"nın yahut "bilinemez olanın bilinir hâle gelmesi"nin bir yoludur. Tanrı’nın, varoluşu meydana getiren olgusallığı, onun kendi başkası olan yeni bir kendiliğe dönüşmesine neden olur. Ve bu başkalaşma şüphesiz kendine karşı bir yabancılaşma olarak anlaşılacaktır. Plotinos, sudûr teorisi ile felsefi zeminde temellenen bir teoloji kurar. Böylece Tanrı, başlangıçta mutlak bilinmez olan iken yabancılaştığı ve yeni bir duruma geçtiği için artık bir bilgidir. Bu yeni durumun adı "insan"dır ve varlığı anlayabilme ve anlamlandırabilme yeteneği yalnız ona verilmiştir. Bu anlamıyla insan, dışsal bir biçimin adı değil ama düşünme, anlama gibi tinsel etkinlik ve yeteneklerin genel adıdır. Örneğin bu nedenle Sûfîler, Tanrı'nın insanı yaratmasını, onun "bilinme isteği"ne bağlarlar.

   "Başka birine dönüşme" şeklindeki yabancılaşma kavramına ise ilk olarak Hegel'de rastlanır. Hegel ile birlikte yabancılaşma terimi Batı felsefe literatürüne giriş yapar. İnsanın kendisini sınırladığını düşünen Hegel bu sınırın aşılması için insanın kendine yabancılaşarak öze dönmesi gerektiğini dile getirir. Kendini sınırladığı hâline ve toplumsallığına yabancılaştığında insan bireyleşir ve gerçek Tanrısal bilincine ulaşır. Bu sürecin zorlu olduğunu belirtse de nihayetinde ulaşılacak bilincin tüm zorlukları katlanılabilir kıldığını söyler. Depersonalizasyon yani kişinin kendine yabancılaşması için yabancılaşmayı da fizikî ve ruhî uyumsuzluk şeklinde tanımlar. Bu söylediğime en iyi örnek, kuşkusuz Kafka’nın “Dönüşüm” adlı eseridir. Gregor Samsa’nın sabah uyandığında böcek bedenine dönüşmüş olması fakat hâlâ insan zihnine sahip olması Hegel’in sunduğu uyumsuzluk fikrine iyi bir yansımadır. Ayrıca Hegel'in yabancılaşma konseptinde doğa ve insan, Tanrı'nın yabancılaşmış hâlleridir. Her ne kadar Hegel'in teolojisini reddetmiş olsalar da birçok Alman filozof yabancılaşma fikrini ithal etmiştir.

   Evet, mesela Alman felsefesinde materyalizme geçişin ilk durağı Feuerbach, Hegel'in söz ettiği yabancılaşma fikrini alır ancak Tanrı-doğa ve Tanrı-insan ilişkisi hakkındaki görüşlerine karşı çıkar. Hegel'in aksine; Tanrı'nın kendine yabancılaşmış bir insan figürü olarak düşünülmesi gerektiğini savunur. Bu hümanist savunma, Feuerbach'ın yabancılaşma konseptinin özüdür. Din eleştirisinde de Feuerbach, dini insanı hayvandan ayıran temel bir fark olarak görür ki Hristiyanlığın Özü adlı eserinde de bunu belirtir. Yani dini olmazsa tutunacak bir dalı kalmayacak insanı kendine hâlihazırda yabancı sayar. Sonuç olarak din kavramını bir insan kurgusu ve hayal gücü ürünü olarak yorumlar. Dinin insanı fakirleştirdiğini, insan fakirleştikçe hayalî Tanrı'nın zenginleştiğini savunsa da insanın kendine daha da yabancılaşmaması için dinin var olması gerektiğini de ekler.

   Yabancılaşmayı önceki filozoflardan ayrı biçimde sosyolojik bağlamda ele alan Karl Marks, Hegel diyalektiğinden daha radikal sonuçlara varır. Hegel yabancılaşmayı teoloji düzeyinde tutarken Marks "Din halkların afyonudur." fikriyle dini dışlar, yabancılaşmaya pratik ve sosyal bir konumdan bakar. Marks {teorisinde} yabancılaşmayı ilki insan-doğa arası, ikincisi üretici-ürün arası olmak üzere iki farklı açıdan ele alır. İnsan-doğa arası yabancılaşmaya üretimin ortaya çıkardığı normal bir sonuç gözüyle bakar. İnsan ya da herhangi bir canlı, var olmak ve yaşamak için üretmek zorundadır. Üretimin hammaddesi de {üreticiyi ve tüketiciyi içerecek şekilde} doğadır. Hammadde yani doğa, yaşamak için zorunlu yapılan üretimle eski hâline yabancılaşır. Üreterek tüketen bir konumdaki insan da doğanın bir parçası olarak doğaya yabancılaşır, bu yabancılaşmanın ivmesi Sanayi Devrimi'yle arşa çıkar ve Marks "gittikçe kötüleşen kapitalist sistemin ne kadar hızlı ilerlerse o kadar kötü hâle gelerek kendi sonunu getireceği" gerekçesiyle bu ivmelenmeyi destekler ancak bu destek insan-doğa arasındaki değil, {öbür bir yabancılaşma sahnesi olan} üretici-ürün arasındaki yabancılaşmayla ilgilidir. Üretici-ürün arasındaki yabancılaşmaya odaklanıp bu konseptin temelindeki {Marksist} felsefeye indiğimizde şöyle bir çıkarımlar silsilesiyle karşılaşılaşırız: İnsan, kendini çalıştığında bulur ve bilincin güncele dökülmesi de yine çalışmayla mümkündür ancak çalışmayla pratik kazanan bilinç, içerik dışarıdan belirlenirse insandaki etkisini yitirir. Nasıl ki bilinç bir bütünse emeğin süreci de bir bütündür ve bilinç, faaliyetini bu bütünlük içinde gerçekleştiremezse yarım kalır. Üretimin tamamında etkin olarak bulunamayan işçinin kendi ürettiğine uzaklaşması, önce ürüne ve sonra emeğine yabancılaşmasıyla sonuçlanır. Emeğine de yabancılaşan işçi bir köle hâline gelir ve amacını kaybeder. Marks, tüm bu analizlerinin sonucunda yabancılaşmayı olumsuz bir yapıda bulur ve nedenini üretim sürecindeki dış müdahale ile özel mülkiyete bağlar. Marks'a göre yabancılaşmanın kaynağı konumundaki kapitalist sistem ile onun ortaya çıkardığı özel mülkiyet ve meta fetişizmi gibi kavramlar tüm işçilerin birlikte gerçekleştireceği proletarya devriminin sonrasında ortadan kaldırılacak ve işçinin üstündeki baskı düzeni yıkılacaktır. Marks'ın bu fikirleri de felsefeye damgasını vurur ve muhalif ya da taraftar toplar. Kapitalizm Marks'tan sonra modernizmle birlikte yükselmeye devam ederken kapitalizme ve modernizme eleştiriler bu sefer Marks'tan etkilenen postmodernizm ile diğer sol ekollerden gelir.

   Albert Camus, Sisifos Söyleni’nde, "Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir." der. Yaşam, başka bir deyişle insan yaşamı, Antik Yunan’dan hatta Sokrates’ten beri ilk defa felsefenin başlıca konularından biri hâline getirilmiştir Camus'ce. İnsan yaşamının bir anlamı var mıdır? Her şey hiçlikten mi ibarettir? Varlık ve öz arasındaki ilişki nasıldır? Albert Camus’un çerçevesinden bakmak gerekirse: Varoluşçuluk, dünya savaşlarının sürdüğü bir zamanda, insanlar korku ve telaş içerisindeyken ortaya çıkmıştır. Bu sebeple insanlar, savaşlara yol açan sistemi ve değerleri sorgulamaktaydı. İnsan yaşamının değersiz oluşu, onları düşünmeye iten sebeplerin başındaydı. Bu sorgulayış, insanları başkaldırıya yöneltmişti. Sartre’da varoluşçuluğun anlamı biraz daha kabullenmeye yakın olsa da Camus kendi felsefesini bir başkaldırı felsefesi olarak tanımlamıştır. Camus’a göre insanın varoluşun anlamsızlığına karşı verebileceği 3 tepki vardır: İnsan, ya bu absürdün ve saçmalığın son bulacağına dair umut edebilir, ya her şeyi tamamen sonlandırmak adına intihar edebilir, ya da başkaldırabilir. Camus’un önerisi başkaldırıdır çünkü umut insanı yanılgıya sürükler, intihar da asla bir çözüm olarak görülmez. Bu nedenle insan absürdü, saçmalığı ve yabancılaşmayı kabullenip aynı zamanda bir direniş geliştirerek yaşamını sürdürmenin bir yolunu bulmalıdır. Albert Camus, sisifosvari bir hayat çizgisinde ilerleyen insan, çabalayışın bir anlama gelmeyeceğini anladığında, nihayetinde bir sonuca varmayacağını idrak ettiğinde kendini yabancılaşma duygusunun içinde bulur der. Absürd bu şekilde ortaya çıkar fakat kendini gösterdikçe insan onu yok etmek adına çabalamaya devam eder, bu çabalayış da yaşamın saçmalığını tekrar gözler önüne getirir. Yani absürd ve yabancılaşma birbirini besleyen iki kavram haline gelir. İnsan gündelik işlerini sürdürürken ansızın, tıpkı Sartre’ın “Bulantı” adlı eserinde başkarakterin bir gün kumsalda yürüyüp deniz kabuklarına bakarken bulantı duygusunu hissetmesi gibi, absürd ortaya çıkabilir, kendini yabancılaşmış bularak uyumsuz hissedebilir ve toplumla kendisi arasında bir paravan geçebilir.

   Tüm bu Batılı fikirlerin yanında, aslında yabancılaşmanın benzer durumlarına Orta Doğu'da binlerce yıldır anlatılagelmiş İbrahimî dinlerdeki peygamber kıssalarında da rastlarız. Dinlerde peygamber vasfındaki kişiler, sadece birer tarihî kişilikten ibaret değillerdir. Hikâyelerde hep belirli durumların sahnesi hâline gelirler. Bu olgu sahnelerinin yabancılaşma olgusuna da sahne oldukları görülür. Örneğin Âdem, hikâyelerde, Tanrı'ya itaatsizlik neticesinde kovulduğu cennet tasviriyle beraber bahsedilir. Bilincin evinden kovuluşu, gücünü asla kaybetmeyen mitin öz konusudur ve ifadesi Âdem'in kendini içinde doğrudan bulduğu "bilinçsizlik"te tasavvur edilir. Nuh ile Nuh Tufanı hikâyesinde de, olumsuz davranışları nedeniyle Tanrı tarafından helâk edilecek topluma yabancılaşıp toplumdan kaçarak doğaya dönüş konu alınır. Nuh, hikâyenin devamında toplumdan yabancılaşmasının neticesi olarak rahmeti keşfeder. Lut hikâyesinde de konu, kavminin Lut'a erdem ve değer yargıları açısından yabancılaşmasıdır. Öte yandan İbrahim hikâyesinde üç tür yabancılaşma birden görülür: Allah'ın takdirine icabet ile taşma, göçtüğü memlekette yabancı olma ve kendi üzerine dönüşü ile bereketlenme. Bunlardan anlıyoruz ki, bahsi geçen peygamberlerin ve bahsi geçmemiş diğer peygamberlerin ya da tarihî kişiliklerin hikâyelerinde ve hatta eski zaman mitlerinde yabancılaşma kavramı, insanlığın ortak bilincinin yansıması ve derdi olarak yer almıştır.

   Toparlanacak olursa yabancılaşma kavramı ya da süreci; başta olumsuz bir ayrışmayı, kovulmayı, terk edişi ve uzaklaşmayı ya da mevcut bir durumdan taşmayı ifade eder. Sonrasında bu ayrılış ya da kopuş; bir nevi başkalaşmayı ve ötekileşmeyi getirir. Bu olgu, yabancılaşma sürecinin ardından bilincin kendi özüne dönüşüyle olumlu karşılanır bir hâl de olabilir; nispeten daha müreffeh bir hâlden daha distopik bir hâle evrim süreci olarak da ele alınabilir. Akan kalabalığın içinde önemsizliğimizi en derinden hissettiğimiz, kanımızla ve canımızla boş bir insan olmaktan ürktüğümüz zamanlarda, bir hiçliğin ortasında tutsak olmadığımızı fark edersek ayaklarımız yere öylesine tam basmaya başlar ki durduğumuz yerde güçleniriz. Bu fark ediş ve uyanış, sorgusuz kabulleri görmeyi ve dolaysız algıların aklın, vicdanın, bilincin önüne gelmesini sağlar. Kültür ve tarih karşısında özbilincin uyanışı da bu aşamalarla alâkalıdır.

Kaynakça:

Albert Camus, Sisifos Söyleni, Can Yayınları, 51. basım: Ekim 2022, İstanbul, Çeviri: Tahsin Yücel

Albert Camus, Yabancı, Can Yayınları, 14. basım: 2003, Çeviri: Vedat Günyol

Jean-Paul Sartre, Bulantı, Can Yayınları, 53. basım: Ocak 2023, İstanbul, Çeviri: Selâhattin Hilâf

Jean-Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik: Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, İthaki Yayınları, 10. baskı: Şubat 2022, İstanbul, Çevirenler: Turhan Ilgaz ve Gaye Çankaya Eksen

Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Sol Yayınları, 2011, Çeviri: Kenan Somer, s.61-68

Karl Marx, Das Kapital, Gece Kitaplığı Yayınevi, Ekim 2014

Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Can Yayınları, 4. basım: Kasım 2019, İstanbul, Çevirenler: Celâl Üster ve Nur Deriş

Ludwig Feuerbach, Hıristiyanlığın Özü, Öteki Yayınevi, Mayıs 2004, Çeviri: Devrim Bulut

Martin Heidegger, Hümanizm Üzerine, Türkiye Felsefe Kurumu, 2013, Çeviri: Yusuf Örnek

Bertell Ollman, Yabancılaşma; Marx’ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı, Yordam Yayınları, Kasım 2012, Çeviri: Ayşegül Kars

Paul Kleinman, Felsefe 101: Platon ve Sokrates'ten Sartre ve Heiddegger'e Düşünce Tarihi Hakkında Bilmemiz Gereken Her Şey, Say Yayınları, Nisan 2018, Çeviri: Şükrü Alpagut

http://www.dusunuyorumdergisi.com/teolojik-yonuyle-yabancilasma/

https://www.bbc.co.uk/programmes/p02h7dlv

Makaleler:

Hüseyin Akyıldız, Bireysel ve Toplumsal Boyutlarıyla Yabancılaşma

İsa Cem Sezer, Endüstri İlişkileri ve Yabancılaşma

Muhsin Kadıoğlu, Hümanizm

Ogeday Dumlu, Sartreyen Egzistansiyalizm, Yabancılaşma Kavramı ve Türk Edebiyatında 1950 Kuşağı

Mustafa E. Erkal, Sanayileşme ve Yabancılaşma İlişkisi

Ömer Osmanoğlu, Hegel'den Marcuse'ye Yabancılaşma Olgusu

Yasemin Işık, Modernleşmenin Sonucu Olarak Yabancılaşma Olgusu ve Kültürel Yabancılaşma Bağlamında Türk Modernleşmesinin Değerlendirilmesi

Zafer Demir, Karl Marks'ın Bakış Açısından Kapitalist Toplumda Yabancılaşma ve Sonuçları