Cengiz Aytmatov'da Savaşın Yeri ve Toprağın Dili

   Cengiz Aytmatov, kuşkusuz büyük bir anlatıcı. Belki de anlatımından çok, anlattıkları ile devleşen bir edebiyatçı. Yani herkeste farklı yankıları olan vatan, millet, savaş, sadakat, vefa, yâr olmak, ana olmak, incelik gibi mefhumları bünyesinde barındıran ve toplumun sesini, soluğunu, rengini taşımakla kalmayıp insanı merkezine tüm tarafsızlığıyla koyan büyük hikâyelerin anlatıcısı. Okurunu hislenmekten perişan eden Kırgız yazar, sömürgeleştirilmiş bir coğrafyada yaşadı. Gelgelelim dönemin totaliter sistemi dolayısıyla Gün Olur Asra Bedel’de yazıp söyleyemediği şeyleri ve iki romanda da karşımıza çıkan aydın Abutalip Kuttubayev karakteri üzerinden yapacağı siyasi eleştirilerini yıllar sonra kaleme aldığı Cengiz Han’a Küsen Bulut romanı da eklenince, Cengiz Aytmatov’un yazmış olduğu en uzun roman olan Gün Olur Asra Bedel’de ülkesi sömürgeleştirilmiş bir kültürü, küçük bir köy halkı üzerinden tanıttı ve o kültürün sömürgeci güçlerin uyguladıkları asimilasyon politikaları sonucu ne kadar büyük trajediler yaşadığını anlattı. Bunu sağlarken de kendinden birçok izi ardında bıraktı. Şüphesiz Gün Olur Asra Bedel romanı yazarı en iyi yansıtan eser ve ben tesirinden çıkamadığım bu yaşanmışlıkların bir parçası olun istiyorum.

   Buranın havası, türkülere yoldaş olmuş yanık seslerde gizlenirmiş. Sarı-Özek bozkırına uzanan her yaşam günün birinde Boranlı’yı terk edermiş. Gün uzar, yüzyıl olurmuş çünkü. Dostlukların değeri ömürlerini buraya adayan Yedigey ile Kazangap’tan anlaşılırmış. Çınar ağacına asılan her dilek kabul görür müymüş, gerçekler ninnilere saklanan hayallerde mi uyuyakalırmış bilemem ama gün gelmiş, iyisiyle kötüsüyle tüm güzellikler duyulan geçmiş zaman eklerine mahpus olmuş. Hangi hikâyeyi anlatmaya kalksalar ya hiçmiş ya da hepmiş… Soğuğunu kemikten hissettiren bu ülke, bir zamanlar toprağına sonsuz şefkatini gösterirmiş. Bir varmış bir yokmuş… Koca adamların elleri kan kokmazken, masum canlar üzerlerine toprak almazken, merhumun ardından bir dua bile çok görülmezken, Boranlı’nın damına henüz zift dökülmemişken…

   “Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir.. gider gelirmiş... Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı-Özek uzar gidermiş. Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırmış. Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir.. gider gelirmiş…” (Sayfa 10)

   Asra bedel bir gün metaforu yapılan roman, bir gece yarısı Yedigey’e yıllarını birlikte devirdiği kadim dostu Kazangap’ın ölüm haberinin gelmesi ile başladı ve bir gün sonrasında Kazangap’ın defnedilmesiyle sona erdi. Bu aralıkta Cengiz Aytmatov, eserde hem geriye dönüşlerle Yedigey ile Kazangap’ın anılarına yer verdi, hem Boranlı istasyonuna yolu düşen karakterlerin acıklı yazgılarını okuyucusunun yüreğine bir kor gibi düşürdü, hem de farklı zamanlarda yaşanan fakat aynı coğrafyaya cereyan eden “Nayman Ana Efsanesi” gibi, literatüre ve sosyolojiye ilk defa kendisi tarafından sokulan “mankurtlaşma” gibi hadiselerden bahsedip bunları birbirlerine eklemledi.

   Cengiz Aytmatov, en az romanı kadar ünlü olan “mankurt” kavramı ile Sovyet Rusya’nın Türk toplumlar üzerinde kurduğu baskıyı; halkın dil, inanç, gelenek, kültür ve değerlerine yabancılaşıp kimliğini ve varoluş nedenini unutarak makineleşmesini eleştirir. İsmini bile geçirmediği, Kazangap’ın cenazesine kadar ayyaş ve değerlerini sorgulamayan biri olup roman boyunca bir dönüşüme girecek olan “damat” tiplemesiyle de mankurtlaşan toplumlara öze dönüş mesajı verir. 

   Sarı-Özek bozkırında geçen Nayman Ana Efsanesi’nde mankurt yapılan oğlunun başına gelenlere dayanamayıp onu kurtarmak için yollara düşen göçebe bir ana anlatılır. Bu ananın kabri ise Ana-Beyit mezarlığındadır. Bu nedenle mezarlığın adı “ana barınağı, ana huzuru” anlamına gelen Ana-Beyit’tir. 

   Romanın başarılı kurgusunda mankurtlaşma ile özdeşleşerek karşımıza çıkan üç farklı zaman vardır:

   Bunlardan ilki Ana-Beyit mezarlığının bir efsanesi olan barbar Juan Juanlar’ın bozkırı işgal etmelerine dayanır. Bu hikâyede tutsaklara korkunç işkenceler yapılırmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çünkü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine dönerek Juan-Juanlar’ın yaptığı işkenceleri anlatırlarmış. Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esirlere yaparlarmış. İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan usulleri varmış. Önce esirin başındaki deri kazınır, saçları tek tek kökünden çıkarılırmış. Daha sonra deve derisinin en kalın yeri olan boyun kısmı parçalara ayırılır, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sarılırmış. Daha sonra esir ıssız bir yere elleri ayakları bağlı, aç ve susuz bir şekilde salınır, yakan güneşin altında öylece birkaç gün bırakılırmış. Başına geçirilen deve derisi sıcaktan dolayı kuruyup büzülür, bir mengene gibi başını sıkıp dayanılmaz acılar verir, bir yandan da uzayan saçlar başına batarmış. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak yaşamını yitirir, ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş. (Sayfa 143, 144 ve 145’te detaylarıyla anlatılır)

   “Bir mankurt kim olduğunu, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arzetmeyen bir köle imiş.” (Sayfa 144)

   Bu zamanlardan ikincisi ise Stalin dönemidir. Toplumun başına geçirilen ideolojik halkadan bahsedilir. Kazangap’ın oğlu Sabitcan tiplemesi Sovyet sistemin eseridir. Başarılı olması için binbir fedakarlık ve sonsuz çabayla yetiştirilip okutulan Sabitcan, yatılı Sovyet okullarında okumuş, babasının cenazesine bile saygısı olmayan ve defin hazırlıklarını küçümseyen, kültürü ile değerlerini unutmuş, silik bir emir kuludur. Kısaca işkence usullerine maruz kalmadan da mankurtlaşabilmiş bir oğuldur.

   Üçüncü zaman ise modern zamandır. Kazangap’ın naaşını, son vasiyetini yerine getirmek adına atalardan yadigâr kalan, Sarı-Özek’in en eski, en kutsal mezarlığı Ana-Beyit’e gömmek üzere yola çıkaran Yedigey’in çelik tellerle çevrili mezarlıkta gördüğü uzay üssü ile roman bambaşka bir boyut kazanır. Romanın bilim-kurgu boyutu kazandığı bu zamanda, ABD ile SSCB arasında “Demiurg” adı verilen ortak planetoloji (gezegen bilim) projesi ve “Parite” yani “eşitlik” adı verilen uzay istasyonu karşımıza çıkar. Personel sayısından bütün dünya ile ilişkilerini kesip Aleut adalarının güneyinde bekleyen Konvansiyon uçak gemisinin San-Francisco ile Vladivostok arasındaki mesafesine kadar eşitlik söz konusudur. Ancak uzaya gönderilen iki kozmonot bu çalışma esnasında “Orman-Göğsü” adı verilen başka bir gezegenle irtibat kurar. Tıpkı bizler gibi, yalnızca daha esmer tenli, mavi saçlı, yeşil ya da mor gözlü ve bembeyaz kirpikli, insanların yaşadığı ve savaşın olmadığı bu gezegenin varlığı, çıkarlarına ters düşeceği için ABD ve SSCB tarafından tüm dünyadan saklanacaktır. Üstelik bu gezegendeki insanların dünyayla irtibat kurmaması için füzeler aracılığıyla tüm insanlığın başına bir uzay kalkanı geçirilecektir.

   Böylelikle insanlığın başına tarihin değişik dönemlerinde sırasıyla deve derisi, ideolojik halka ve uzay kalkanı geçirilmiştir. Ne olursa olsun amacın her zaman birer mankurt yaratmak olacağı kaçınılmazdır. Gün Olur Asra Bedel işte bu nedenle, gerek kurgusuyla, gerek anlatımıyla çok farklı, çok değerli bir romandır. Tarihin değişik dönemlerinde farklı metotlarla aynı sonuçları elde eden despot, totaliter bir sistem yahut insan, tüm insanlığı doğrayıp geçer bu gibi zalim-mazlum ilişkisini işleyen anlatılarda. Geleneğe, dile, dine ve toprağa sahip çıkmak düş olmuştur artık.

   “Asıl mesele bu işte. Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirmez. Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin. Ama senin onurunu kırar, ruhunu öldürürlerse, işte buna çare yoktur.” (Sayfa 87)

   Yazar şahsi hayatında dindar biri olmamakla beraber bu eserinde Kazakların da bir dini ve geleneği olduğunu vurgular. Dua bilmenin öneminden şu sözleriyle bahseder:

   “Allah’ın varlığına ya da yokluğuna inanmak başka şeydir. Ama insan denen yaratık, bu şekilde davranması bağışlanacak bir şey olmasa da, ancak başı sıkıştığı zaman Allah’ın adını anıyor. Allah’tan yardım diliyor. “İnanmayan insan başı ağırmayınca Allah’ı düşünmez” diyen atasözü de bundan doğmuş olsa gerek. Ne olursa olsun, herkes duaları bilmelidir.” (Sayfa 108)

   Romanın bana kalırsa en değerli karakteri olan Abutalip Kuttubayev, her despot ülkede görülen aydın öğretmen soykırımına, yok edilişine tercüman olmuş bir Türkistanlı öğretmendir. Cengiz Aytmatov’un öğretmen olan babası Törekul Aytmatov ile de bir bakıma benzerlikler barındırır. Abutalip, savaş kapıyı çalana dek coğrafya öğretmenliği yapmış, sonra cepheye gitmiştir. Burada Alman esiri olmuş ancak bir şekilde kaçıp Yugoslav partizanlarına sığınmış ve birlikte savaşın sonuna kadar çarpışmıştır. Savaş bittiğinde ülkesine dönüp hayatına bıraktığı yerden devam ettiği sırada Stalin Yugoslavya’yı düşman ilan etmiştir. Böylece bir kahraman, bir yiğit olarak anılabilecekken suçlu olmuştur. Abutalip, tersine dönen yazgısı üzerine gelen suçlamalar sonucunda sorgusuz sualsiz öğretmenlikten atılmıştır. Kendisi gibi öğretmen olan eşi ve iki küçük çocuğuyla Boranlı’nın tren yollarına sığınmış ve artık burada demiryolu işçisi olarak yaşamak zorunda kalmıştır. Onu sorgusuz sualsiz öğretmenlikten atanlar peşini bırakmamış, Abutalip tutuklanarak götürülmüştür. Birkaç ay sonra ise kalp krizi nedeniyle öldüğü haberi gelecektir.

   Yazar, Abutalip’in akıbeti hikâyesini yıllar geçince Cengiz Han’a Küsen Bulut romanında neşretmiştir. Abutalip, Boranlı’da kaldığı vakit hem okumuş hem de anılarını ve derlediği civardaki destanları yazıya dökmüştür.

   “Her aydının yapması gereken şeyi yapıyor, yani kitap okuyor, yazı yazıyordu.” (Sayfa 182)

   Ata-Beyit kabristanında Stalin döneminde kurşuna dizilmiş birçok Kırgız, Kazak, Özbek, Tatar, Türkmen aydınının ve Cengiz Aytmatov’un kabri bulunur. Kazangap’ın son vasiyeti de romanda Ata-Beyit kabristanı yerine kullanılan Ana-Beyit kabristanıdır.

   Zamanın yenemeyeceği belki de tek şeydir zihniyet. İnsanı yok sayan siyasî rejimler günün sonunda çökmeye mahkûmdur, evet ama ardında bıraktığı enkaza, Abutalip Kuttubayev gibi diktatörün mağduru olmuş masumlara ne olacak? Hiç yaşanmamış ama acısını içten içe hissettiren bu hikâyeler, nasıl anlatılır ki sağır birine? Ninnilere mi koymalı diyeceklerimi, köyden ayrılıp semtin ortasına mı bağırmalı? Toplaşıp anlatsak kim duyar sesimizi ya da kim örter acı dolu benliğimizi? Bir kere de bizim için vur şu tokmağı masaya hakim bey! Çocukluğunu sokakta, vicdanını uykusunda bırakanlar için vur! Vur ki “miş” gibi anlatılan bu hikâyeyi öylece izlemekten ileri gidebilsin okuttuğumuz çocuklar. Vur ki tarihin kanlı sayfalarından kolay kolay silinemeyecek savaşların ve zulmün sonu gelebilsin.

   Diş ile tırnak ile işlenen, kan ile ter ile sulanan bir toprak, nasıl olur da dile gelip yaralar yüreğimizi? Nasıl şahitlik eder ilk ve son arasındaki akılalmaz mihnete? Sahi biz insanoğlunun toprakla ilişkisi yağmur sonrası duyduğumuz güzel kokudan mı ibaret? Bağrına atılan her tohumu insan için lezzetli bir yemeğe dönüştüren toprak, sevdiklerimizi aldığı için mi güzel kokar böyle?

   Ben yazarın toprak tanımını, alışılagelmiş biçimde cephedeki fedakârlıkların anlatılmadığı, içinde tek bir çatışma sahnesinin olmadığı, tank, top, tüfek, süngü, miğfer gibi kavramların esamesinin okunmadığı bir savaş kitabı olan “Toprak Ana” adlı eseri üzerinden anlatmak istiyorum:

   Cengiz Aytmatov bu eserinde savaşı kazanılan bir zafer ya da yapılan bir fetih üzerinden değil toprağı savunmayla tanımlar. Toprak, bu eserinde acının bizzat kendisidir. Ancak, öyle aşk acısı gibi bir acıdan söz etmiyorum. Neredeyse ete kemiğe bürünmüş, karşınıza geçip oturmuş bir acı… Nefesini her daim ensenizde hissettiğiniz türden bir acı… 

   Kendini işleyen gücü yitiren toprak ile cephede eşini ve oğullarını kaybeden bir ananın, aynı acılar düzleminde, aynı yok oluş çizgisinde buluştuğu bu eserde Cengiz Aytmatov, sapından çöpünden ayrılmış saf acıyı lafı dolandırmadan, duyguları kemirmeden kucağımıza bırakıyor. Sonra iki karakter koyuyor önümüze: Tolgonay ana ve gelini Aliman… Bu iki kadın karakterin de temsil ettiği iki farklı değer var. Yazar bu değerleri sorgularken bizden de tarafımızı seçmemizi istiyor: Acıyla savaşan tarafta mısınız yoksa acıya teslim olan tarafta mı?

   Toprak Tolgonay’ın, Âşık Veysel’in “Benim sadık yarim kara topraktır.” sözünde olduğu gibi, en yakın dostudur. Tolgonay için savaş ise toprağı savunmaktır. Bu yüzden dünyanın diktatörlerle yönetildiği ve insanlar için acımasız bir hapishaneye dönüştüğü savaş ortamında topraktan yükselen çığlık, insanın kendisine gelmesini sağlamaya yönelik bir uyarıdır. Eserde yazarın kurguladığı ideal dünya tasarımında, toprağın sesine kulak veren insanlar, mutluluğu yeniden tanımlarlar. Onlar için özgür oldukları vatanlarında, adaletli bir yönetim altında kendi kaynaklarını kendileri için kullanmak en büyük mutluluktur ve insanlar savaşmadan da böyle bir düzen kurabilirler. Her tarafı sürülmüş boz toprağın dünyanın en güzel tarlası olarak göründüğü ilk sayfalarda Suvankul’un Tolgonay’a söylediği cümleler bunu çok güzel özetler:

   “Toprak ve su insanlar arasında eşit olarak paylaştırılınca, kendi tarlamız olunca, kendi tarlamızı sürüp eker, kendi ürünümüzü kaldırınca, biz de mutlu olacağız. İnsanın çok büyük bir mutluluğa ihtiyacı yoktur Tolganay. Bir çiftçi için mutluluk, kendi tarlasını sürüp ekmek ve ürün almaktır.”

   Tolgonay insanlarını ve kök saldığı toprağını savunurken canını vermeyi göze alacak kadar da kendisini inandığı değerlere adar:

   “Kendi felaketimi, kendi acılarımı, halkın acılarıyla bir tutup, acıyı, açlığı, dondurucu soğukları paylaşıyordum köydeşlerimle. Ben bunun için dayanabildim, bunun için ayakta kalabildim. Başkaları için de dayanmam gerekiyordu. Öyle olmasa, çoktan eriyip gider, çiğnenip gider, toza toprağa karışmış olurdum.”

   Toprak, insanlığın hâfızası olma sebebiyle de romanda önemli bir mevkide yer alır. İnsana ve tarihe şahitlik eden toprak, âdeta toplumsal hâfızanın da taşıyıcısıdır. Tarih boyunca cereyan eden olaylar için sadece bir güzergâh olmanın ötesinde, yaşanan acı ve sevinçlerin yansıdığı bir yeniden doğuş ve hâfıza mekânıdır:   

“Hatırlıyorum... Ben hiçbir şeyi unutmam Tolgonay. Bu dünya var olalıdan beri, bütün çağların, bütün yüzyılların izlerini taşıyorum ben. Tarih kitaplara sığmaz. Ve senin hayatın Tolgonay, o da benimledir. Yüreğimin içindedir.”   

   Toprak Ana, biliyorum ki sen umutlarımızı üzerinden çektiğimiz düşlerimizi de göğsünün gizlisinde saklarsın. Geleceğin kaygısını, geçmişin bize biçtiği paydayı alır, bir kenara atarsın. Bize düşeni sevdiklerimiz arasında pay etmeyi sen öğrettin. Güneşin böyle zamanlarda gökte bıraktığı hüznü ve uğruna yeryüzünden ne yiğitlerin göçtüğünü hatırla Toprak Ana, bize de unutturma. Ve sağ ol Toprak Ana, sağ ol!

   Eserin isim ve içerik ilişkisi bağlamında, toprağa atfedilen annelik sıfatı da toprağın doğuran ve doyuran gücüne göndermede bulunur. Bütün insan türünün topraktan elde edeceği manevi kazanımlar vardır. Çünkü toprak insana kibri değil tevazuyu ve alçakgönüllülüğü telkin eden bir elementtir.

   Mavi göğün altında insanların paylaşamayacağı hiçbir şey olamayacağını âdeta haykıran toprak, dünyanın dengesini alt üst eden savaşların sona ermesi için, insanlara düşen görevlere dikkat çeker. Yazar, sözünü emanet ettiği toprak aracılığıyla, savaşları sona erdirmek için teklif ettiği çözüm önerilerini şu cümleler ile ortaya koyar:

   “Saban izine bir çekirdek, bir tohum tanesi atın, size yüz katını vereyim, küçük bir fidan dikin kocaman bir çınar vereyim! Evler kurun, temel olayım! Üreyin, çoğalın, hepinize güzel bir barınak olayım! Derinim, yükseğim, büyüğüm, ucum bucağım da yok.. Hepinize yeterim ben. Sen de bana, insanlar savaşmadan yaşayamaz mı diyorsun Tolgonay. Bu bana bağlı değil ki. Siz insanlara, niyetinize, irade ve bilgeliğine bağlı.”

   Toprak Ana, senin bu sitemin tüm insanlığın sitemidir. Sesini duyuramadan yitip gidenlerin, evlat ve koca hasretinden virane olan nice gönüllerin çığlıklarıdır. Tüm bu acılar fazladan bir karış toprak için fakat sen sahiden de hepimize yetersin. Sağ ol Toprak Ana, sağ ol!

   Tolgonay, evlatlarını kaybetmenin acısını yaşarken, toprak da tohum eken evlatlarını yitirdiği için ağlar ve savaşlarda ölen köylülerin güçlü kollarını özler. Ortak acılarda birleşen toprak ve Tolgonay, evrenin bilincini besleyen doğa-insan uyumunun simge düzlemindeki karşılıklarıdır.

  “Savaş olunca benim acı çekmediğimi mi sanıyorsun Tolgonay? Çok, çok acı çekiyorum savaşlarda. Ölen köylülerin güçlü kollarını özlüyorum hep. Tohum eken evlatlarımı yitirmiş olduğum için hep ağlıyorum. Onlar hiç gelmeyecek.”

   Evet Toprak Ana, sen de onlar için üzülüyor, onları hasretle anıyorsun. Tıpkı Tolgonay gibi, tıpkı bizim gibi onlar için gözyaşı döküyorsun. Kimsenin gözünün yaşına bakmadan çocukların bir kaşık çorbasını, en küçük bir buğday tanesini, o hiç sönmeyen ama gerçekleşmeyen korkunç umutları bile doymak bilmeyen midesine indiren ve herkesi canevinden vuran bu büyük felaketin bitmesini diliyorsun. Sağ ol Toprak Ana, sağ ol!

   İşte böyle yer edindi zihnimde “Toprak Ana” eseri: Sen toprağa tohum atarsan başak verir, buğday verir, ekmek verir, soluk verir. Sen toprağa top güllesi atarsan da acı verir, kan verir, ölüm verir ve daha önce verdiği ne varsa onları senden bir bir geri alır. Şakası yoktur Toprak Ana’nın.