Söylenecek sözler bittiğinde harflerim daha da büyüdü ve o harflerden de yeni figürler türedi. Umuda harcadığım dakikalarım katlanarak artarken küçük bir kıvılcımla hepsi kendini boşluğa bıraktı. Güven kavramıyla oynadığım oyunlar saklambaca dönüştü ve omuriliğime sert bir ağrı hakim oldu. Bir şeyleri kontrol etmeye çalışmamın karşılığı her zaman bir tokattı ama ben her seferinde akan suyun yatağını kendim aradım. Belki olmadık bir yerde oyuklar oluşturdum sapı kırık bir kepçeyle. Düşüncelerimi de bu doğrultuda ilerlettim çünkü insanın mutluluğunun da hüznünün de kendi elinde olduğuna inandım. Şahısları dahil ettiğimde kontrolün de elimden kayıp gittiğini dün gece anladım. Soyu tükenmiş bir bitkinin tohumlarını aramak gibiydi her şey. Durup durup takıldığım o engeli yine yıkamadım ve gözlerime taşınan korkunç diyaloglara göz yummaya çalıştım. Ayna karşısında geçirmem gereken bir vaktin değerini, kalabalığın içinde olmanın duygularımı bir perdeyle örttüğünü fark ettiğimde anladım. O gün bir kütüğün üstüne oturdum, saatlerce tek başıma denizi seyrettim. Gidip bir kahve aldım kendimle olan sohbetimi derinleştirmek adına. Merak ettiğim klasik senaryolu filmi izledim, eve geç kaldım. Uzandığımda sanki yastığın altından kafama batan düşüncelerim vardı ama hepsi aynı anda kaçışmak istiyorlardı, beceremiyorlardı. Engellerin başkarakter yüzünden çıktığı bir hikâyede ümitten bahsedilemezdi. Sanırım herkes bunu benim gibi geç öğrenirdi. Yaşlanmış iri bir ağacın altında bir bank, beyaz demirlerin ardına gizlenen denizin maviliği, zamanında açılmayan bir kahvaltıcı, kuyruğu kesilmiş bir kedi, altı kurtlanmış bir kütüğün üstünde anlamsız yazılar, gitmeler ve gelmeler… İşte yine aklımda her şey: Yıllanmış anıların geride bıraktığı çöpe atılan eşyalar, girdiğimde boynumda bir halatla gezdiğim mekanlar, simitçiler, kalıcılığı yok olmuş boş sözler… Umudun tek taraflı olduğu her şey bir gün biter.